26 Mart 2019 Salı

GELENEKSEL YAY NEDİR?



Tarihi çok eskilere dayanan okçuluk, Türkler için hem millî hem de manevi değerler açısından büyük bir öneme sahiptir.
Hayatın her alanında sahibinin yanında bulunan ok ve yay, avcılıkta ve savaşta kullanılan önemli bir araçtı. Bundan dolayı da Türklerde çocuk yaşta ok atmayı öğrenmek çok önemliydi.
Eski Türklerde ok ve yaya çeşitli anlamlar yüklenmiş, ok ve yay hükümdarın hâkimiyet simgesi olmuştur. Bu sebeple de Türkler, ok ve yaylarını asla yanlarından ayırmamışlardır. Bir hükümdar bir başka hükümdara haber gönderecek olursa, gidecek haber kâğıdı okun üzerine sarılarak gönderilirdi. Okun üzerinde kime ait olduğunu gösteren damgalar da bulunurdu.
Türk destanlarından birisi olan Oğuz Kağan destanında Türklerin atası olan Oğuz Kağan’ın altından bir yayı ve altından okları olduğundan bahseder. Oğuz Kağan üç oğluna yay vererek “Yay, atan insanın elinde durur o yüzden siz merkezde yani Orta Asya’da duracaksınız devleti devam ettireceksiniz.” der. Öteki üç oğluna da ok verir ve “Ok gibi olacaksınız, menzil alacaksınız, dünyaya dağılacaksınız.” der.  Bu sebeple kendisine yay verilen Boz Oklar doğuyu, merkezi; ok verilen Üç Oklar ise batıyı, akıncıları temsil etmektedir.
Oğuz boylarında ok ile devlet düzeni arasında da bir hiyerarşik yapı kurgulanmıştır. Yay, merkezi temsil eder. O sebeple daha önemlidir. Atan konumundadır. Ok ise uç beyliklerin ve akıncıları temsil eder. Atılan konumundadır. Askerî düzende de yaya sahip olan Boz Oklar sağda, oka sahip olan Üç Oklar ise solda saflarının alırlardı ve sağ soldan daha önemliydi. Ok ve yayla beraber Türklerin hâkimiyet anlayışı da şekillenmiştir denebilir. Hakan kendisine bağlı beylere ok göndererek onlara hâkimiyetini hatırlatması buna örnek verilebilir.
Oka yüklenen anlamlar içerisinde dostluk ve emin olma anlamı da vardır. Türklerde okun bu yönü ile hediye olarak kullanıldığı bilinir. Ok gönderilen kişinin gönderenden emin olması anlamı vardır ve dostluğun bir simgesidir. Ok ve yayın dostluk simgesi olarak kullanılması Çin ve Bizans kaynaklarına da yansımıştır.
Ok ile yay, Selçuklu ve Osmanlı tuğralarında da karşımıza çıkmaktadır. Tuğranın hükümdarın özel nişanesi olması sebebi ile içerisinde ok ve yayı barındırması önem arz eder. Buradan hareketle tarihî çok eski dönemlere kadar giden ok ve yayın etrafında şekillenen sembolik değerlerin devam ettirildiği de görülmüş olur.
Türkler ok ve yay yapımcılığında ustadırlar. Türk yayları çekildiği zaman lale şeklinde görünür. Okun çekildiği elin başparmağına “zihkir” denen bir okçu yüzüğü de takılır. Bu Türk okçuluğunu diğerlerinden ayıran temel bir özelliktir. Türklerin ok ve yayları da kendine özgü bir forma sahiptir. Geleneksel bir yapısı olan Türk okçuluğunun binlerce yıldan günümüze kadar gelmiş kültürel bir değer olduğu unutulmamalıdır. Hem yapım teknikleri hem de atış teknikleri bakımından Türk ok ve yayları emsallerine göre çok farklı ve dayanıklıdır.

OK VE YAY NASIL YAPILIR



Yay, ok atmak için kullanılan bir alet. Kavs veya kabza da denir. Ateşli silahlar bulunmazdan önce savaşların önemli silahı olan ok, yayların sağlam, kullanışlı olmasına göre isabetli olurdu. Yayın yapımı uzun bir emek mahsulü olduğu kadar ince bir sanatın da ifadesiydi. İyi bir yayın yapımı çok sabır ister ve yıllarca sürerdi. Türk yayları 110-140 cm uzunluğunda, 300-360 gr ağırlığında olurdu. Ağaç, kemik, sinir ve tutkal yay yapımında kullanılan esas maddelerdir. Yapımda kullanılan ağaçların en kıymetlisi akça ağaç ve kızılcık ağacı sürgünleridir. Yayın önemli bir parçası kemik, öküz veya manda boynuzundan yapılırdı. Yaya gerilen ve atış hızı sağlayan sinir ise öküzün, bilek ve dizi arasından çıkartılırdı.
Türklerde yay yapımına çok önem verilirdi. Sanatkarane yapılanlar altın ve yaldızla tezyin edilirdi. Süslemelerin bir köşesine yapan ustanın adı ile yapım tarihi konurdu. Bilhassa askeri müzelerde eski tarihlerde kullanılan çeşitli yay örnekleri pek çoktur.
Yaylar yapılışına göre tımanlı veya sağınlı; kullanılma sahalarına göre de tirgeş , menzil, peşrev(pişrev), kepaze, hedef ve savaş yayları gibi çeşitleri vardır, yaylarla yapılan ok atış mesafelerine geze, atışı yapana da kemankeşdenirdi.
Ok ve yay günümüzde sadece spor spor amaçlı olarak kullanılmakta olan eski bir savaş aracıdır. Eski çağlarda ve Orta Çağ savaşlarında büyük bir rol oynamıştır. osmanlı’da yay ve ok:
Ok Türk’ler tarafından i’câd edilmiştir. Daha önceki devirler hakkında bir bilgimiz olmadığı için ok ve okçuluğun en parlak zamânının Osmanlı’lar devrine rastladığını söyleyebiliriz.
Ok ile ilgili Hazret-i Muhammed’e atfedilen 40 hadîs, Sultan İkinci Mahmud zamânında Eyüp Câmi’i imâmı Abdullah Efendi tarafından tefsîr ve tercüme edilerek pâdişâha sunulmuştur.
İslâmiyet’in ilk zamanlarında Arap oklarının mesâfesi bugünkü ölçülerle 500 metreyi geçmiyordu. Osmanlı’ların elinde ok 845.5 metreye kadar fırlatılmıştır.
YAYYayların boyu 11-12 tutam [*2] dır.
Yay birinci, orta, ikinci boy olmak üzere üç boy olur.
Umûmîyetle dört parçadır: Ağaç, tutkal, sinir, kemik.
En büyük yay 115, en hafif yay da 95 dirhem [*3] den fazla veyâ noksan olmamalıdır.
Yapılışı güç ve büyük bir dikkat isteyen yay hassâsîyetini asırlarca muhâfaza edebilir.
Bâzı kuvvetli pehlivanlar 115 dirhemden daha ağır yaylar kullanmışlardır. Bursa’lı Şûcâ yıldız menzili taşını 107, Tozkoparan İskender Edirne’deki menzil taşını 130 dirhemlik yaylarla yapmışlardır.
Osmanlı’larda Muhiddin, Süleymân, Usta Pervâne, Büyük ibrâhim, Yahyâ, Mehmed isimlerindeki ustalar Osmanlı yaylarına zerâfet, estetik ve balistik mezîyetler vermişlerdir.
Yay Ağacı
En iyi yay ağacı Gerede’de yetişen Akça ağaçtır. Tutkalı çok fazla emerler. Bu karaağaçların ihtiyâr gövdeleri kesilir, kökten çıkan sürgünler iki bilek kalınlığında olunca yerden 25 santim kadar yukarıdan 13-14 tutam kesilir. Ortadan eşit olarak iki kısma ayrılır. Bir kazandaki soğuk suda üç gün bekletilir. Üç günden sonra kazanın altına ateş yakılarak kaynatılır. Bu kaynama süresi de üç gündür. Sonra ağaçlar çıkarılır. Talaş alevine tutulur. Biraz suyunu çektikten sonra tutkala yatırılır. Ağacın tutkalı iyice emmesi beklenir.
Bu işlemden sonra ağaç, kalın tahtalara oyulmuş, iki ucu içine kıvrık kalıplara sıkıştırılır ve urganlarla bağlanır. Asıl i’mâl devri kalıptan çıkarıldıktan sonra başlar. Kurulduktan sonra dış tarafa gelecek kısmına sinir yapıştırılır.
Yay ağacı 10 yıl bekletildikten sonra işlemeye alınır.
Tutkal
Tutkal yay ağacına elastıkîyet veren bir maddedir. Yayın en mühim maddesini teşkîl eden tutkal, çok titiz hazırlanan bir maddedir. Yay tutkalları bilhassa Gelibolu civârındaki Çakal (Çokal) köyünde yapılır ve bu isimle anılır.
Sinir
En iyi sinir için, Trakya’da yetişen inek ve öküzlerin ayak bileklerinden diz kapaklarına kadar olan sinirler bir araya toplanır, yıkanır, kurutulur, kaynatılır ve eritilir. Bu erime sinirlerin lif lif ayrılmasını te’mîn eder, Sinir, yayın kurulduktan sonra dış tarafına gelen kısmına i’tinâ ile döşenir.
Bu hesâblar öylesine incedir ki, meselâ puta yaylarına öküz siniri, menzil yaylarına inek siniri döşenir. Bu işlem yaya müthiş bir elastikîyet verir.
Kemik (Boynuz)
Yay kemiği tâbîr edilen boynuz bilhassa mandaların boynuzlarının dış kenarından yapılır. Boynuzun en sert yerleri de kenarlarıdır. Menemen yöresinde yetişen uzun boynuzlu genç öküzlerin boynuzları makbûldür. Boynuzların dış kenarları kökten uca kadar bir kapak hâlinde kesilir. Kazanda kaynatılır. Sonra çam alevinde yumuşatılır ve düzeltilir. Dar tahta kalıplara sıkıştırıldıktan sonra kurutulur, yay tahtasına Çakal tutkalı ile yapıştırılır, üzeri raspa edilir.
Çelik
Kabzanın tam orta kısmına isâbet eden ve iki boynuzun arasında kalan iki milimlik aralığa beyaz bir kemik yerleştirilir ki buna da çelik denir.
Çile
Çile, yayın iki ucuna takılan ve oku fırlatmaya yarayan bir kaytandır. Harp yaylarında çile yerine koyun ve keçi gibi hayvanların bağırsaklarından yapılan gâyet kuvvetli bir ip kullanılır. Çile saf ipektir. Günlerce kaynatıldıktan sonra gölge yerde kurutulmaya bırakılır. Sonra bükülerek ip hâline getirilir. Çile yalnız yarışma yaylarına takılır.
Özel bilgiler
Yaylar i’mâl edilirken meşhûr ustalar ağaç yağlanmasın diye yağlı yemek, kuru fasulye yemezler, yayı odun veyâ kömür dumanından bucak bucak saklarlar. Bundan sonra eğer süslenecekse yayın dış kenarına altın yaldızlarla resimler yapılır, çile takılacak yer açılır, cilâsı tamamlandıktan sonra yay i’mâli tamamlanmış olur.
Tılsım
Türk yayları ile Avrupa yayları arasında ilk bakışta dikkati pek çekmeyen fakat bilhassa uzun mesâfe atışlarında çok lüzûmlu olan bir özellik vardır. Türk yaylarında kabza çıkıntısı dışa doğrudur. Beden kısmının kasan gezine yakın olan taraflarında hissedilir bir kalınlık vardır. Tanguç (tonguç) başlığı denilen kısım ise bir ayın iki ucu gibi muntazam kıvrılmaz ve içeri doğru eğiktir. Bu iki özellik yüzlerce yıllık denemelerden sonra elde edilmiştir.
Yayın da kılıç gibi incelik ve tılsımları Avrupa’lar tarafından bir türlü keşfedilememiştir.
Yayın Kurulması
Yay kurulmadan önce uçları içe kapanıktır. Okçu bu uçları tutup kabza kısmını dizine dayar, iki ucu tersine kıvıra kıvıra birbirlerine yaklaştırır ve kirişi takar. Atışlardan sonra yay boşaltılır yâni kiriş çıkartılır. Yay da kurulmadan önceki hâlini alır. Yay rutûbetsiz bir ortamda duvara asılarak korunur. Yarışma yaylarının uçları halkadan yeni çözülmüş yaylar gibi içeriye fazlaca kıvrık değildir.
OK
Çubuklar
Türk’ler oku çam ağacından yaparlar. Çamın her cinsiyle ok yapılmaz. Osmanlı’lar uzun yılların tecrübelerinden geçtikten sonra Kaz Dağları’nın birkaç bölgesindeki çamların ok yapımına en uygun ağaçlar verdiğini görmüşlerdir. Bayramıç’taki Çavuşlu köyü ve çevresindeki 20 küsûr köy, ok çamı kesmek sûretiyle geçimlerini sağlamışlardır. Çamların bilhassa saz telli, kaya telli, koğaz ve peltek denen cinsleri ok için en uygun olanlarıdır. Her yıl sonbaharda çamların suyu hafif çekildiğinde bilek kalınlığındaki sürgünler, yerden 25-30 cm. yukarıdan 125-150 cm. uzunluğunda, budaksız olmak şartıyla kesilir. Kalınlıklarına göre iki veyâ dört kısma ayrılır. Keskin bıçaklarla düzeltilerek rutûbetsiz bir odada üç ay bırakılır. Daha sonra 20-25˚’lik odalara konur. Sararıncaya kadar bu harârette bekletilir. Ok çubukları bu harârette çok bekletilirse esneme kâbilîyetini kaybeder. Çubuklar bu süre içinde yağını vermiş ve tamâmiyle kurumuş olur. Bundan sonra 15-16˚’lik bir sıcaklık içinde üç yıl ilâ beş yıl bekletilir. Ancak bu süre sonunda çubuklar ustaların ellerine geçer ve kullanılacakları işe göre kısım kısım ayrılırlar. Ağaçların bu zamânına tav zamânı denir. Harp okları başka, tâlîm okları başka, yarış okları başka olur.
Oklar vazîfelerine göre adlandırılırlar. Muhârebe okları, hedef okları, uzun mesâfe okları gibi… Ayrıca bunların da çeşitli tipleri ve adları vardır.
Okların en hafifi 2 dirhem 1 çekirdek [*4] olanıdır.
Oklar boyları ne olursa olsun 24 derece diye bir nisbet üzerinden kabûl edilir. Baş taraftan 4 derecesi boğaz, ondan sonra gelen 7 derecesi göbek, ondan sonraki 6 derecesi şalvar, son kalan 7 derecelik parçaya da ayak denir.
Yelek
Okların üzerine kuğu, kerkenes, karabatak ve tavşancıl kuşlarının tüyleri yelek olarak yapıştırılır. Yelek okun dengesini ve havayı yarmadaki kolaylığını sağlar. Tımarlanmış ceylân derisi de yelek olarak kullanılabilinir. Daha çok yaşlı karabatak kuşlarının tüyleri makbûldür. Ebuş denilen ok cinsine balıkçıl kuşunun tüyleri helezônî olarak sarılır. Tüylü oklar diğerlerine göre daha pahâlı ve makbûldür.
Başak (Temren)
Okun ucuna konulan sivri demire başak veyâ temren (temürgen) adı verilir [*5]. Acem’ler buna peykân derler.
Sesli Oklar
Yarışmalarda kullanılan kılavuz oklar havada seyrederlerken ses çıkartırlar. Bu ses okun yelek kısmına yakın açılan bir delikten geçen hava ile oluşur. Sesli okun mu’cidi Büyük Türk Kağanı Tanrıkut Mete’dir [*6].
Ok ağacını 5 yıl bekletilip sonra işlemeye alınır.
Ok da kılıç gibi mukaddes sayılır, üzerine yemîn edilir.

ZİGHİR NEDİR?



Türk-Asya okçuluk kültürünün alâmet-i fârikası denebilecek “okçu yüzüğü”, kısa yayların çekilmesi için geliştirilmiş bir aksesuardır. Okçu yüzükleri için Türkler Farsça’dan aldıkları “zihgîr” (veya zehgîr), “şast” (veya “şest”) gibi tabirler benimsemişler ve kullanmışlardır. Memluk kaynaklarında “küştüvan”, yine Osmanlı öncesi Türkî kavimlerde “engüştvâne” gibi Farsça sözcüklerin kullanıldığı da bilinmektedir.
Türk, Moğol, Kore, Pers, Bizans okçuluk geleneklerinde birbirinden kolay ayırd edilemeyecek kadar benzer yapıda zihgîrler vardır. Yine de zihgîr yapısal özellikleri kültüre ve muhtemelen atış tekniğine göre değişiklikler göstermektedir. Yapımında boynuz, kemik, fildişi gibi organik malzemerin yanısıra; yarı kıymetli taşlar, kıymetli ve kıymetsiz metaller de kullanılmıştır. Bronz zihgîrler üzerinde genellikle kazıma, yarı kıymetli taş ve kıymetli metalden yapılmış zihgîrler üzerinde kakma tekniğiyle yapılmış süslemelere sıklıkla rastlanır.

Türk okçuluğunu canlandırmak için yola çıktığım 2004 yılında Türkiye’de zihgîr ile atış yapan tek kişi bile yoktu. Eski risâlelere ulaşmak maksadıyla Osmanlıca öğrenmeye çalışırken, çoktandır dikkatini Osmanlı okçuluğuna vermiş Batılı entellektüellerin konuyla ilgili yazdıkları eserleri de incelemeye başladım. Tek sorun, pratik her konuda olduğu gibi, teorik bilgiden pratiğe geçişte “bir bilen” in yol göstericiliğinin olmayışıydı. Türk ve İran kültüründe bu “yol gösteren”e “pîr” denir. Herhangi bir şeyin kendi kendine öğrenilebileceği kabul edilse de, bir yetiştiricinin olması tercih ve takdir sebebidir. Tam tersi de aşağılama vesilesi. İşte tam da bu yüzden, günümüzde Türkçe’de hâlâ yaşayan “nursuz pîrsiz” gibi tabirler vardır.

Teorikten pratiğe geçişteki ağrılı süreci kolaylaştıran bazı dostlarım oldu. Türkiye’de Cumhuriyet döneminin ilk (ve hâlâ tek doğru düzgün) kemangerini (yaycısını) yetiştiren Adam Karpowicz ve 30 yıldır Türk ve Pers okçuluk konusunda çalışan Bede Dwyer ile yaptığım yazışma ve münâzaraların çok büyük yararını gördüm. Bir diğer önemli destek, kendi geleneksel okçuluk kültürlerini ayağa kaldırma sürecinde 30 yıllık tecrübesi olan Macaristan’daki dostlarımdan geldi. Dr. Gabor Szöllösy’nin yanısıra, kendileri de başparmak çekişiyle atış yapan ve bildiklerini benimle cömertçe paylaşan Dr. Jenö Major, Sandor Paku ve Zoltán Forray’a teşekkür borçluyum. Zihgîrle atışın sırlarını çözmeye çalışırken, bir yandan da zihgîr morfolojisini anlamaya yönelik çalışmalar yapıyordum. Defalarca zihgîr yaparak, derme-çatma zihgîrlerin parmağımda yaptığı ve uzun zaman iyileşmeyen yaralanmalara katlanarak, yavaş yavaş atış sistemini ve zihgîr yapısını anlamaya başladım. Sevgili Sandor Paku’nun hediye ettiği bir zihgîr ve Adam Karpowicz’in üşenmeyip taa Kanada’dan gönderdiği zihgîr, önümü aydınlatan ve fonksiyonel prototipler yapabilmemi sağlayan modeller oldu.

Bu erken dönemde zihgîr yapımında izlediğim yöntem, daha sonra da benimseyip kullandığım, sonraki yıllarda aramıza katılan bir çok arkadaşımızın zihgîrini da yapmakta yararlandığım bir yöntemdi. Meslekî beceri ve bilgim sebebiyle kolay geldiğinden ve gerekli malzemenin zaten elimin altında olmasından olsa gerek, aslında dişhekimliği-laboratuar tekniklerinin amaca yönelik uygulanmasından başka bir şey olmayan bu yöntem, hâlâ kolaylığı ve hata affeder özelliği sebebiyle tercih ettiğim bir yoldur. Özetlersek bu  bir “model+ölçü+negatifin içinin doldurulması+tesfiye+cila” sürecidir.

ISLIK OKU



  • Mete, Hun İmparatoru Teoman’ın Ulu Hatun eşinden doğan büyük oğlu ve tahtın veliahtıdır. Teoman, daha sonra ikinci bir eş almış ondan da bir oğlu olmuştur.
  • Türk töresine göre tahta geçecek kişi hükümdarın eşinin doğurduğu ilk erkek oğuldur.
  • Ama Teoman sebebi bilinmedik bir şekilde Mete’nin tahta geçmesini istemez. Tahtı ikinci eşi olan Çinli kadından olan oğlu için düşünür.
  • Töreye göre tahta ilk oğulun geçmemesi için hasta ya da sakat olması gerekiyordu. Ancak bu şekilde diğer kardeşler taht için hak iddia edebilirdi.
  • Ancak Mete’nin böyle bir durumu yoktu. Ne hastaydı ne de yaşı küçüktü. Toeman açıkça töreyi çiğniyordu.
  • Ancak töreyi açık açık çiğnemek kolay değildi. Törenin, beylerin ve ulusun baskından çekindiği için türlü oyunlar içerisine girdi. Ve böylece baba ile oğul arasında gizliden gizliye bir hükümdarlık savaşı başlamış oldu. 🔥
  • Teoman Mete’yi gözlerden ırak olması için ve düşlediği planı gerçekleştirmek için komşu kavim olan Yüeçiler’e (Yuezhi) rehin olarak gönderdi.
  • Sonrasında ise oğlunu rehin verdiği kavme saldırarak Mete’yi ortadan kaldırmak istedi. Bu şekilde töreden yana sıkıntı olmayacak, her şey kılıfına uydurulmuş olacaktı.
  • Ancak oğlu Mete sandığından çok daha zekiydi. Babasının askerleri arasında ona hizmet eden beyler vardı.
  • Bu şekilde Yüeçiler’e saldırı yapılma haberini önceden almış, oradan çoktan uzaklaşmıştı.
  • Bu açıkça baba oğul arasında bir savaşın resmen başlangıcıydı ama onlar hiçbir şey olmamış gibi davrandılar.
  • Hatta Teoman kurduğu komplonun izlerini silmek, Mete’nin başarısına sevindiğini göstermek için Mete’nin emrine bir tümen vererek onu ödüllendirmiş gibi yaptı.
  • Mete’nin saldırıdan kurtulması, ulusun gözünde onu bir kahraman yaptı. Teoman’ın planı tam tersine bir etkiyle işledi, Mete ata topraklarına çok daha güçlü dönmüş oldu.
  • Artık Mete’nin tek bir isteği vardı. Babasının ölümünü beklemeden tahtı ondan almak. Nitekim öyle de oldu. Babasının onun emriğine verdiği tümeni darbe için hazırlamaya başladı.
  • Mete, kendisine suikast düzenleyen babası için bir askeri düzen oluşturdu. Hedefe giderken ıslık çıkaran bir ok imal etti.

TOZKOPARANIN NİŞAN TAŞI



Bir semte de adını veren Nişan Taşları ile alakalı olarak daha önce çeşitli notlar almıştım. Bunları tek bir yazıda toparlamak istedim. Bu notları alırken M. Şinasi Acar’ın İstanbul’un Son Nişan Taşları isimli eserinden faydalanmıştım. Meraklısına kitabı temin etmesini öneririm. Kitapta yazılan bilgiye göre bir nişan ya da menzil taşı şöyle dikilirmiş: “Daha önce dikilmiş bir nişan taşını aşarak ondan daha uzağa atarak rekor kırmaya menzil almak ya da menzil bozmak denir… Bunun arkasından okun saplandığı yer biraz kazılıp çakıl doldurularak işaretlenir ve altı ay içinde taşı dikilirdi Taşın bir ziyafetle diktirilmesi ve bu törende rekor sahibinin, olanakları ölçüsünde hediyeler dağıtması gelenektir
Nişan taşlarını ilk defa kendim yerlerini tespit ederken epeyce zorlanmıştım. Elimde konumlarını belirten net bir harita ve tarifler yoktu. Çünkü Okmeydanı ve bölgesinde adresleri kullanarak bir yeri bulmak hayli zordur. Elde sadece bir sokak adı vardı ve  yapılaşma o kadar dipdibe gerçekleşmişti ki sokak nerede başlıyor, nasıl gidiyor onu anlamak bile bir mesele oldu. Çevre esnafından birkaç kişiye sordum ama hiç cevap alamadım; bilmiyorlardı, duymamışlardı. Bir kısmını ise göremedim. Osmanlıca bilmediğimden ötürü mezarlık içinde gördüklerimden emin olamadım. Mezar taşı ile nişan taşı arasında bazen çok benzerlik oluyordu. Sonra diğer semtlerdekileri gördüm. Birkaç eksiğim bulunmaktadır. Tamamına ait elimde fotoğraf yok. Olanları aşağıya ekliyorum, bir kaç tanesinde de sadece bilgileri koyuyorum, fotoğraflarını çekersem eklerim diye.
Ziyaret etmek isterseniz aşağıda yer alan haritadaki konum bilgileri faydalı olacaktır. Okmeydanı’nda olanları ilk olarak 2008 yılında fotoğraflamıştım.  O dönemde de yerini bildiğim bir tanesine ulaşamadım. Bir kömürlükte imiş. 2015 Ocak ayında tekrar o bölgede gezinerek nişan taşlarının bir kısmını yeniden fotoğrafladım. Birkaç minik hasar dışında taşlar olduğu yerde duruyordu. Bölgede Okçular Tekkesi daha önce harabe olarak yer alırken, yerine cillop gibi binalar yapılınca bölge de hayli değişmiş. Nişan taşlarının burada açılan bir müze içerisinde sergileneceğini duymuştum. Bu konuda görüşlerimi kişisel sayfamda yazmıştım. Okmeydanı neden Okmeydanı imiş, sorgulanmasında etkisi olur belki. Ocak ayındaki ziyaretimde müze henüz açık değildi.

TOZKOPARAN İSKENDER KİM?

 Sultan II. Bayezid devrinde gittikçe kuvvetlenen Osmanlı denizcileri Avrupa’yı endişe lendiriyordu. 1499 baharında, Papa’nın teşviki ile toplanan haçlı donanması, Osmanlı donan masını Akdeniz’den silmek maksadıyla harekete geçerek İnebahtı’ya doğru yola çıktı. Kapta nıderya Küçük Davud Paşa kumandasındaki Osmanlı donanması da bu sırada orada bulunu yordu. Kemal Reis ve Burak Reis gibi meşhur Osmanlı denizcileri de bu donanmadaydılar.Osmanlı donanması Mora sahillerindeki Modon açıklarından geçerken, daha önce karakol için ileri gitmiş olan işkanpavyenin köpükler saçarak hızla yaklaştığı görüldü. Kaptan-ı Derya baştardesine iki palamar mesafe kalmıştı ki, gür bir ses duyuldu:-İkiyüz parçalık bir Venedik donanması üzerimize gelir baba Reis! -Kafir uzakta mıdır?-Sapienza adası açıklarında karşılaşırız baba Reis!-Pek âlâ! Pek âlâ!Kaptan Paşanın baştardesinde usûl üzere, en seçmelerinden 40 şahbaz okçu bulunur du ki, bunlardan biri de Tozkoparan lakabı ile anılan İskender adındaki yiğitti. Tozkoparan ve diğer kemankeş yiğitler, sefere çıkarken Paşa gemisine binerler, öğün yemeklerini Paşa ile birlikte yerlerdi. Çok iltifat gören bu seçme yiğitlerin vazifesi kumanda yerindeki Paşanın etrafını sarmak ve cenk bitinceye kadar ok yağmuru ile düşmanı oraya yaklaştırmamaktı. Paşa böylece serbestçe kumanda verebilirdi. Tehlike anında yine bu yiğitler Paşaya siper olur, kalkan vazifesini görürlerdi. Çok uzağa ok uçurabildikleri için, düşmanın atış menzilin den önce bulut gibi ok yağdırırlardı.Genç İskender, bir atış sırasında yayını öyle germişti ki, yayın toz denilen kısmını koparmış, bunun üzerine ona Tozkoparan lakabı verilmişti.Bir müddet sonra iki donanmanın gemileri karşı karşıya geldiler ve birbirlerine borda ettiler. Şimdi kılıç kılıca cenk başlamıştı. Deniz bile yer yer kızıla dönüyordu. Bir aralık Amiral Antonio Grimani’nin gemileriyle Burak Resi’in teknesine iki yandan rampa ettiler. Osmanlı gemisine bir anda ikibin Venedikli doluverdi. Burak Reis ve leventler ne kadar gayret etseler de sayıca onlardan çok azdılar.Denizlerde nam salmış olan Burak Reis, eriyip gideceklerini, fakat işin bununla bitme yeceğini kestirdi. Osmanlı gemisi düşman eline geçmemeliydi. Tereddütsüz emrini verdi:-Düşman gemilerini yakın! Palamar ve kanca atın! Kaçırmayın! Az sonra üç gemi de tutuşmuştu. Daha sonra Burak Reis, kurtulmak elinde iken bunu yapmayıp, alevler içinde dimdik durarak gemicilerine:-Denize atlayın! Siz kurtulun evlatlarım, diye bağırıyordu.Bu hadise Sultan II. Bayezid Han’a anlatılınca Padişah, Sapienza adasına Burak ada sı ismini verdi. Asırlar boyunca buradan geçen gemiler top atışı ile Burak Reis’i selamladılar.Bir yanda bunlar cereyan ederken, Kaptan Paşa baştardesinde de Osmanlı levendleri destanlar yazıyorlardı. Bir ara her taraf barut ve alev dumanlarıyla kararmış, göz gözü gör mez bir hal almıştı. Bu sırada bir düşman teknesi, baştardeye adeta sürünerek geçti. Bu sıra da düşman gemisinden, her tarafı zırhlara bürünmüş, dev cüsseli bir şövalye, Kaptanpaşa baştardesinin kıç kasarasına atladı. Bir anda, eilndeki uzun kılıcıyla levendlerden beş tanesini yere devirdi. Sonra birden kıçtaki sancağı gönderiyle birikte sökerek kucakladı ve kendini denize atıverdi.Bu ölümden beter bir şeydi. Paşa gemisi sancaksız olur muydu? O anda İskender, ya yını alıp, palasını sıyırdığı gibi kafirin peşinden suya atladı. Düşman şövalyesi, zırhını çıkarıp sancakla birlikte suya gömmek istiyordu. Fakat hiçbir şey yapmaya vakit bulamadı. Tam suya düştüğü anda yetişen İskender, şimşek misali öyle bir pala savurdu ki, kara kafirin zırhlı eli ile beraber başını da uçuruverdi. Sonra hem sancağı hem de kesik başı alarak gemisine tır mandı. Kesik başı sancağın alemine geçirdi. Bütün bunlar bir dakika içinde olup bitivermişti. Kaptan Paşa ise öte yanda, ateş ve dumandan ne olduğunu göremiyor, sadece:-Sancak gitti, gayri bana yaşamak haramdır, diye ağlıyordu.Tam o sırada Tozkoparan İskender yanı başında belirdi ve:-Paşa Baba, başını kaldır da bak, derken, tepesinde kelle takılı sancak gönderini yerine taktı. Paşa koşarak İskender’in yanına geldi ve gözyaşlarıyla onu bağrına bastı. Çok geçme den de düşman gemisinden arta kalanlar, alabanda ederek son hızla kaçtılar.Tozkoparan’ın üstadı Şeyh Hamdullah’dı. Meşhur okçu Bursa’lı Şücâ’dan da ders almıştı. Hicri 957 senesinde İstanbul’da yapılan bir müsabakada 826 metre mesafedeki bir hedefi vurarak birinci olmuştu. Bu kadar mesafedeki bir hedefi vurabilen bir okçu, daha son ra dünyada duyulmadı. Kışladaki yatağı, yerden bir adam boyu yükseklikteki bir ranza idi. Yatacağı zaman ranzanın önüne gelir, hiçbir yere tutunmadan bir sıçrayışta yatağına girerdi.

OKÇULUK NEDİR


Okçuluk Nedir ? Okçuluk Sporu Hakkında Bilgiler
Okçuluk, oku bir yay yardımıyla belirlenen bir hedefe gönderme sporuna verilen addır. Günümüzde her ne kadar spor dalı olarak bilinmesine karşın, binlerce yıldır insanlığın av ve savaş alanlarında bu okçuluk becerilerini gösterdiği bilinmektedir.
Okçulukta Kullanılan Malzemelerin Özellikleri
Bu sporda kullanılan yaylar, atılmış olan okun daha ileri ve daha güçlü bir biçimde hareket etmesine izin verir. Günümüzde kullanılan yaylar genellikle fiber, ahşap, karbon veya çelikten üretilmektedir. Ok’un atılmasına yardımcı olan gergin madde solar kauçuktan yapılmıştır. Buna mirsin adı verilmektedir.
Yine aynı şekilde bu sporda kullanılan ok, ahşap, metal ve diğer malzemelerden yapılmış, ucu sivri biten bir malzemedir. Okun sonunda bulunan tüyler ok’a yöne vermeye yardımcı olur. Okların genel uzunlukları 60 – 71 cm arasında değişmektedir. Ağırlıkları ise 20 – 28 gram aralığında değişmektedir.

OK VE YAY NEDİR?



Ok eski bir av ve savaş silahıdır. Bugün ancak bir spor aracı olarak kullanılıyor. Kamıştan ya da başka bir ağaçtan yapılmış bir ucu sivri, düzgün, kısa bir değnektir. Yayla atılır.
Silah olarak kullanılan okların sert ağaçtan yapılanları tercih edilirdi. Bazı okların ucuna “temüren” (temren) ya da “peykan” denilen sivri demir takılırdı ki bu okun havada baş tarafı ileride uçmasını çarptığı yere de daha derin girmesini sağlardı. Okun gerisine kuş tüyleri takılırdı ki bu da okun havada düzgün uçmasını kolaylaştırırdı. Buna “yelek” denirdi. Bugün oku hala silah olarak kullanan Güney Amerika yerlileri bazı Afrika kabileleri halkı oklarının ucuna “kürar” gibi ansızın tesir eden zehirler sürerler.
Ok tek başına hiçbir işe yaramaz. “Yay” denilen ikinci bir parçayla tamamlanır. Yay kıvrık ve esnek bir cisimdir. Arasına bağlı ip gerilerek ok hızla fırlatılır. Çok eski zamanlarda manda boynuzları uzunlamasına dilim şeklinde kesilir esnekliğinden faydalanılarak yay yapılırdı. Sonraları çeşitli ağaçlardan ve daha başka maddelerden de yay yapılmıştır.
Türkler arasında kullanılan savaş yayları yedi parçadan meydana gelirdi. Bu yayın uçlarına gayet sert, sıkı bir kiriş bağlanırdı. Kiriş çoğu defa bükülerek kurutulmuş hayvan barsaklarından meydana gelirdi. Kirişin kolay kopmaması katı ve sıkı olması gerekti ki oku çok uzaklara fırlatabilsin. Her okçunun kolay kolay geremediği sert kirişler yapılmıştı.